Datçalı Jeff Evans’ın hikayesi,
Datça’nın ılık esintisinde yankılanan, hüzünle sarılmış bir şarkı gibidir.
Ömrünün son deminde, kalbini Akdeniz’in mavi sularına teslim eden bu İngiliz adam, ardında hatırlanası bir sevda, bir hikâye bıraktı.
İlk defa 1990’lı yılların başında, Londra’nın kasvetli gökyüzü altında, kaderi onu bir çıkmaza sürükledi. Küçük otelinin odalarında eşiyle paylaştığı her an, bir tablo gibi belleğinde asılı kaldı. Ama o kara gün geldiğinde, nefes almak dahi zorlaştı. O an anladı; bu ülke, anıları ve acılarıyla dolu bu şehir artık ona yabancıydı.
Bir sabah, bavuluna ne eşyalarını ne de anılarını sığdırabildi ama yeni bir umutla Datça’nın yolunu tuttu.
1993’te Datça’ya vardığında, kasabanın taş döşeli yollarında, limon ağaçlarının arasından süzülen güneşle buluştu. İlk günlerinde yabancılığın soğuk yüzünü hissetse de, zamanla bu topraklar onu kucakladı. Türkçeyi, pazarda kadınların kahkahaları arasında, balıkçıların ince sigara dumanları altında öğrendi. Datçalıların masalarına oturup, sahanda yumurtanın ve sıcak çayın paylaşımında kendini buldu.
Bir yabancı değildi artık. O, zeytin ağaçlarının gölgesinde dinlenen bir dost, kahvede pişpirik oynarken gülüşen bir ses, sahilde eski şarkılara eşlik eden bir adamdı.
Datça Yerel Tarih Grubu’nun kurulmasına öncülük ederken, tarihi sadece bir anlatı değil, yaşamın özü gibi ele aldı. Esenada’daki eski hükümet binasının kaderini değiştirmek için ayaklanmıştı; onu kültürle, sanatla dolu bir sığınak haline getirmek istiyordu. Geçmişin tozlu raflarından kopan belgeleri, hikâyeleri bir araya topladı. Her kelimeyi, Nazım Hikmet’in sürgündeki mısralarını ya da Cahit Sıtkı Tarancı’nın hüzünlü dizelerini ezbere bilen bir adanmışlıkla okudu.
Can Yücel ile yapraklar hışırdarken uzun sohbetlere daldı; denizin tuzlu kokusu eşliğinde şiirler, hikayeler paylaştılar.
Ve dünya bir kez daha karıştığında, Amerika ve İngiltere’nin Irak’a açtığı savaşta, Jeff en ön safta, yüzü kederle gerilmiş, sesinde yitirdiği memleketin ve bulduğu yurdun yankısı vardı. “Zulüm bizdense, ben bizden değilim,” diye haykırdı. Bu toprakların ruhunu, kendi ruhunun diliyle savundu.
Jeff’in kalemi, belki de en güçlü zamanlarını Datça’nın gecelerinde yaşadı. Ay ışığı, defterine düşen gölgelerle dans ederken, Kurtuluş Savaşı’nın acılarını ve Anadolu’nun direnişini iki ciltlik bir romana sığdırdı.
Ama o roman, yazarının yorgun kalbine daha fazla dayanamadı.
2003’te, yüreğinin yorgunluğunu denizin suskun dalgalarına emanet ederek göçüp gitti.
Datçalılar onu bir dost olarak, bir yoldaş olarak uğurladılar.
İskele Mahallesi Mezarlığı’nda, begonvillerin sardığı taşın üzerinde kendi isteğiyle şunlar yazıldı.
“Geldim, gördüm, bir yerli olarak gittim.”
Edip Cansever “İnsan yaşadığı yere benzer” der.
Jeff Evans yaşadığı Datça’ya en az Datçalılar kadar, belki de onlardan daha çok benzedi.
Şimdi İskele mezarlığına gidenlerin çoğunluğu “Kim bu Jeff” diye birbirine sorarken, tanıyanlar kabrini her ziyaret ettiğinde, o mezar taşının yanında durup rüzgarın fısıltısını dinler.
Çünkü o fısıltı, Jeff’in Datça’yla bütünleşmiş ruhunun, bu kadim yarımadanın efsaneleriyle sonsuza dek konuştuğunun sesidir.
Sedat Kaya – Gazeteci