Esenyurt Belediye Başkanı Prof. Dr. Ahmet Özer, Maltepe Kitap Günleri’nde, “Barışın Dili İnsanlığın Evrensel Dilidir” söyleşisine katıldı. Ahmet Özer, barışın insanlık tarihinde geçmişten bugğne ifade ettiğini şu sözlerle anlattı.
“Dünyanın varoluşuyla birlikte başlayan iki büyük mücadele vardı. Bunlardan biri, insanın doğayla mücadelesi, bir diğeri ise insanın insanla mücadelesiydi. İnsanın doğayla, çağlar boyu süren mücadelesinde ihtiyaca binaen çeşitli alet edevat icat edilmiş; bu süreç de devamında sanayiyi, sanayileşmeyi ve dahi Sanayi Devrimi’ni getirmiştir.
Bu devrimle taçlanan! mücadeleyi kazandığını düşünen insanlar, doğaya karşı verdikleri savaşta kazandıkça aslında kaybettiklerini çok sonraları idrak etmişlerdir. Çünkü sanayileşme ve ilerleme telaşı doğayı kirletmiş, dünyayı yaşanmaz hale getirmiştir. Öyle ki bugün bizler o savaşın bedellerini çok ağır bir şekilde ödüyoruz: Küresel ısınma, iklim değişikliği, müsilajlar, bitki ve canlı türlerinin yok olması, hava kirliliği, temiz su kaynaklarının tükenme tehlikesi…
Dünya Limit Aşım Günü’nü bilenleriniz vardır. 2024 yılı için dünyada 1 Ağustos olarak belirlenen bu özel gün, Türkiye için 11 Haziran’a çekildi. Neden? Çünkü 1 yılda tüketmemiz gereken kaynaklarımızı senenin ilk 6-7 ayında bitirmişiz ve 2025’te tüketmemiz gereken kaynakları şimdiden harcamaya başlamışız. Yani şu an doğadan borç alarak, çocuklarımızın gelecekteki doğasından hunharca tüketiyoruz. Böyle giderse bırakın gelecekten borç almayı, çocuklarımıza yaşanabilir bir doğa, bir dünya bile bırakamayacağız.
İnsanın insanla mücadelesi ise silahları, silahlar savaşları, savaşlar da ölümleri doğurmuştur. Sadece İkinci Dünya Savaşı’nda 70 milyon insan ölmüş ve bir o kadarı da sakat kalmıştır. Yaşanan katliamı, kıyımı, zulmü, acıları tahayyül edebiliyor musunuz…
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra insanlık, bu gidişin doğru olmadığını kavramış ve bir ‘U’ dönüşü yapmaya karar vermiştir. Bu ‘U’ dönüşünün anahtar kavramı da BARIŞ olmuştur. Dolayısıyla iki büyük mücadeleyle başlayan bu sergüzeşt, yerini iki büyük barışa bırakmıştır. Bunlar; insanın doğayla barışı ve insanın insanla barışıdır.
İnsanın doğayla barışı çevre bilincini oluşturmuş; insanla barışı ise demokrasiyi, insan haklarını ve hukuku gündeme getirmiştir.
…
Asırlar öncesinden nice âlimle, filozofla, bilginle, şairle, düşünürle konuşabiliyor olmamız kitaplar sayesindedir. Her ne kadar farklı çağlara ve farklı coğrafyalara ait olsalar da hepsinde aynı olan tek bir şey vardır, o da konuştukları ortak, evrensel barış dilidir.
Büyük düşünür Kant’ın, siyasi düşüncesinin merkezinde ahlak vardır. Ona göre ahlak, savaşı yasaklar ve barışı amaç edinir. Kant’ın “Ebedi Barış” fikri de bu felsefe üzerine inşa edilmiştir.
Kant, savaşın nasıl önleneceği ve barışta sürekliliğin nasıl sağlanacağı sorularını açıklığa kavuşturmaya çalışır. Ne ki mutlak bir barışın tam anlamıyla gerçekleşmeyeceğini bilir. Ama dünyayı daha iyi bir yer kılmak için barışı savunmanın ve barış için çalışmanın önemini her çalışmasında vurgular. Bizler de tıpkı onun gibi her işimizde insanlığın barış hakkını savunmalıyız. Çünkü Kant’ın da deyimiyle bu, hepimizin hem ahlaki ödevi hem de varoluşsal bir ihtiyacıdır.
İnsan özgürlüğünün en güçlü savunucularından bir olan Kant’ın görüşleri, insanlığın en büyük sorunu olan savaşa çare bulmada başvurulabilecek, temel referans alınabilecek rehber niteliğindedir. Onun, etkisi çağları aşan düşünce dünyası, bugün de barış için insanlığa yol göstermeye devam etmektedir.
“Ebedi Barış” kitabı Kant’ın savaşı, barışı ve bunların insanlık için anlamını, en eksiksiz ve sistematik şekilde kaleme aldığı eseridir. Bir ironi ile başlar eser: Hollandalı bir hancının mezarlık resmi içeren tabelasının üzerinde “Ebedi Barış” yazılıdır. Hancının verdiği mesajın üç muhatabı vardır:
İlki, mutlak bir huzura ancak mezarda kavuşabilecek olan insanlıktır. İkincisi, daimi bir barışa ancak bütün dünyayı yok ettikten sonra varabilecek olan savaşa doymaz yöneticilerdir. Üçüncüsü de sürekli bir barışı ancak rüyasında görebilecek olan hayalperest filozoflardır.
Sizce de böyle midir? Ebedi barış, sadece rüyada, hayalde veya ölümde mi mümkündür?
…
Özgürlük, ahlakın ve hukukun temelidir. Ahlakın ve hukukun amacı da demokrasi ve insanın özgür olmasıdır. Oysa savaşlar tüm bu hakkı ve hukuku yerle bir eder. Savaş halinde devlet, hukuka saldırır ve büyük kıyımlar yaşatır. Bundan kurtuluş da önce, barış sayesinde tesis edilen hukuk ile olur. Sonra da hukuk, ‘demokratik barışın’ ebediliğinin garantörü olur.
Biz, iki asırdan fazla bir zaman öncesinden barışı haykıran Kant’a ve savunduğu ‘ebedi barışın’ olabilirliğine inanıyoruz. Büyük düşünürleri okuyalım. Okuyalım, anlayalım, özümseyelim ve hayatımıza rehber edinelim. Kant ve diğer tüm düşünürler, aydınlar, fikir adamları bugün burada bizimle, asırlar öncesinden bize ulaşan barış elçisi eserleriyle aramızda. Şu an aslında ne kadar kalabalık ve güçlü olduğumuzu bir düşünün…
…
Alman felsefeci, sosyolog ve siyaset bilimci; “Müzakereci demokrasinin babası” olarak bilinen Jürgen Habermas’ın “Avrupa’yı Onarmak” kitabındaki söylemleri sadece Avrupa için değil, tüm dünya için önem arz ediyor.
Geçmişe müdahale edemesek de şimdiyi ele alabilir ve geleceği tasarlayabiliriz. Değiştirebileceğimiz ve iyileştirebileceğimiz zaman şimdiki zamandır. Ve gelecek kader değildir. Biz şu an ne yaparsak, eylemlerimiz veya eylemsizliğimizle geleceğin tarihini/kaderini şekillendireceğiz.
Gelecekte demokrasi ve barış ufkunu görmek istiyorsak; savaşla, darbeyle, zulümle insanlığın yok olmaması için ne yapacağımızı belirlemeliyiz. Dolayısıyla, inşa edilmesi gereken, şimdiki zamandır. Geleceği şimdi, şu an değerlendirmek; büyük düşünürleri ve aydınları bu yolda rehber edinmek en doğru adım olacaktır. İşte bu nedenle Habermas’ın yazmaya devam etmesi ve onunla aynı çağda yaşıyor olmak da bizim için bir şanstır. Söyledikleri üzerinde düşünmek ve konuşmak gerekir. Çevirisi yapılmamış makale ve kitapları da bir an önce dilimize kazandırılmalıdır.
…
Kendimden de örnek vereyim; benim gitmediğim, hatta istesem de gidemeyeceğim yerlere, yazdıklarım gidiyor. İyiliği, doğruluğu, güzelliği anlattığımız her eser, sınırlar ötesine; şehirler, ülkeler, kıtalar ötesine kadar ulaşıp barış elçiliği yapıyor.
Yazmak, ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır. Kitaplar, ölümün elinden önce yazarını kurtarır, onu ölümün ötesine taşır, ölümsüzleştirir; sonra yazdıklarını. Yazarın kaleme aldıkları da ölümün elinden kurtardığı barış elçileridir.
Ne yazık ki bugün hâlâ bölgesel savaşlar, pogromlar, katliamlar yaşanmaya devam ediyor. Her gün yeni acılara tanık oluyoruz. Ölüm sıradanlaşıyor, alıştırılıyoruz… Umuyorum ki vicdanlarımız bu kıyımlara karşı temelli bağışıklık kazanmadan topyekün harekete geçmeyi öğrenebiliriz. Çünkü bazı konular vardır; partisi, tarafı, sağı, solu, ırkı, inancı, lamı cimi yoktur ve birlikte hareket edilmezse felaketler kaçınılmaz olur. Bugün sustuğunuz, tepkisiz kaldığınız şeylere yarın bir gün maruz kaldığınızda sesinizi duyuracak kimse bulamazsınız.
Bunları söylerken, ölmeden önceki son 7-8 yılını Nazi rejimine karşı çıktığı için Nazi cezaevlerinde ve toplama kamplarında geçiren Protestan papaz Martin Niemöller’in sözleri geldi aklıma, ne demişti, eksik hatırlıyor olabilirim:
“Önce sosyalistler için geldiler, sustum…” diyor, “…çünkü sosyalist değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, sustum, çünkü sendikacı değildim.
Daha sonra Yahudiler için geldiler, yine sustum, çünkü Yahudi de değildim.
Sonra benim için geldiler, ama benim için konuşabilecek hiç kimse kalmamıştı…”
Onun bu sözleriyle verdiği mesaj çok nettir: Alman halkının o dönemde yaşananlara sessiz, tepkisiz ve kayıtsız kalarak, Nazilerin milyonlarca insanı tutuklamasına, zulmetmesine ve katletmesine aslında yardım ettiklerini ifade ediyor. Çünkü bu tavır, zulmün karşısında olmak değildir; tam tersine, zalime yardım etmek, zulme ortak olmaktır. “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytan” olmaktır. Papaz, kendisi de dahil olmak üzere Protestan kilisesi liderlerinin sessiz kalmasının, ‘dini/ahlaki otorite’ olmaları nedeniyle ayrıca korkunç ve vicdansızca olduğunu ifade ediyordu.
“Önce onlar için geldiler…” sözü bugün hâlâ Amerika’daki Holokost Anı Müzesi’nin kalıcı sergisinin sonunda, bir ‘vicdan azabı’ gibi yazılı halde durmaktadır. Müzeyi ziyaret edenlerin gördüğü son şey olan bu satırlar; zulüm ve katliamlar yaşanırken kayıtsız ve tepkisiz kalmanın, başını diğer tarafa çevirip görmezden gelmenin nelere mâl olduğunu hatırlatırken; herkesi, eylemin ve eylemsizliğin insani ve yaşamsal önemine dair düşündürmeye devam etmektedir.
Tarih, tarihte yaşamak için değildir. Tüm bu tarihsel bilgileri edindiğimiz ve aynı acıların tekrar yaşanmaması için görerek ve anlayarak okuduğumuz kaynaklar en kıymetli hazinelerimizdir. Buradan şunu çok iyi anlıyoruz ki insan aklının en büyük buluşu kitaptır.
Bizler, insanların yaşadıkları coğrafyayı terk etmek zorunda kalmaması için, daha özgür ve onurlu bir gelecek için barış diliyle sürdürdüğümüz mücadeleye kitabımızla, kalemimizle; var gücümüzle devam edeceğiz.
…
Kalıcı barışın sağlanması için önce bunun psikolojik altyapısını oluşturmak gerekir. Barışın psikolojik altyapısını oluşturan önemli etmenler; niyet, empati, barış dili ve bölünme propagandasından çıkmaktır. Yani barış önce kendi içimizde başlar. Kendimizle olan savaşa önce dur deriz, sonra empati yeteneğimiz gelişir, dilimiz barış diline evrilir ve dış etkenlerin psikolojik baskısından ve sömürüsünden arındığımız bu iç yolculukta önce kendimize varırız, sonra insan olarak ne kadar değerli olduğumuzu fark ederiz. Aynı şekilde tüm insanların da aynı değere sahip olduğunun farkına vararak yaşam hakkına saygının ve barış içinde bir arada yaşamanın kutsiyetini idrak ederiz. “