Savaşların, kırımların orta yerinde, ayrı dilden ayrı dinden kardeşlik öykülerini toplayarak işe başladılar.
Sponsorluğunu kısa adı “Bayetav” olan “Bir Arada Yaşarız Eğitim ve Toplumsal Araştırmalar Vakfı”nın yaptığı, “Vicdanımızın Hatıra Defteri” belgeselinin, İzmir Bornova’da Bayetav sanat yerleşkesine dönüşen 160 yıllık Fernand Pagy Levanten Köşkünde 6 Eylül akşamı basın gösterimi vardı.
Nebil Özgentürk’ün yayın yönetmenliğini yaptığı, Umur Talu’nun koordinatörlüğünü üstlendiği, jenerik müziğini Kardeş Türküler Grubu’ndan Vedat Yıldırım’ın bestelediği belgesel, çok geniş bir akademik çalışma ve saha röportajlarıyla belki de Türkiye’de “ötekiyi” anlatan son kuşağın sesi oluyor.
***
İş insanı Ali Rıza Çelik, öğretmen eşi Serap Baş Çelik ve bir grup yol arkadaşının 2020 yılında kurduğu vakıf; felsefi olarak “bir arada yaşama” fikri etrafında; eğitim ve araştırma kurumları, bilgi, sanat ve politika üretmek üzere mekanlar tasarlıyor, araştırmalar yayımlıyor. Uygulama örnekleri veriyor…
Bayetav kendisini; toplumsal, siyasal, ekonomik alanlarda ve ekosistemde süregiden sorunları, farklılıklar ile yoksunluklardan kaynaklanan eşitsizlikleri, adaletsizlikleri, ayrımcılıkları dert edinen, bunların yol açtığı ayrışmalar, kutuplaşmalar üzerine insanları düşünmeye ve çözüm üretmeye davet eden bir vakıf olarak tanımlıyor.
Bayetav, Bilgi Üniversitesi’nin kurucularından Ali Yiğit Ekmekçi’nin danışmanlığında bir üniversite kurma hayali ile yola çıkıyor.
Düşledikleri üniversitenin kuruluşunu gerçekleştirebilecekleri siyasal ortamı bulamayınca; K12 eğitimine; gıda güvenliği, eşitlik ve kardeşlik bilincini ortaklaştıran kitlesel iletişime odaklanıyorlar.
Bütün nefret ortamlarına inat kardeşliği ve barışı, bir arada yaşamayı hayatlarının ideali yapmışların arasında dolaşan bir belgesel.
***
Bayetev’in kurucusu Ali Rıza Çelik’in hayat hikayesi alışılageldik bir başarı öyküsü değil. Sosyalist gençlik, hatta ilk çocukluk yıllarının ardından gelen 10 yıllık mapusluk ve bir dünya markası olarak Türk tütününü sahiplenişi de belgesel olmayı hakediyor.
1963 yılında Antalya Kepez doğumlu Çelik, 6 aylıktan itibaren Tireli, Egeli… İstanbul Üniversitesi Tütün Teknik Mühendisliği bölümünden mezun olan Çelik, “Aromalı nargile tütün markamız Adalya Tobacco ile dünya pazarlarında birinciyiz. Amerika’dan, Irak’a; Fransa’dan İran’a toplam 46 ülkeye ihracat yapıyoruz. Almanya’da bizim nargile tütünümüzü en çok Almanlar kullanıyordu, yeni yasal sınırlamalarla bu ülkeye ihracatımız durdu denilebilir. Türkiye’de ise marka lisansımızı başka bir firmaya verdik. İç pazarda yokuz.” diye anlatıyor.
Aromalı nargile tütünü üretmek ve ihraç etmek üzere 2015 yılında kurulan Adalya Tabacco ’nun, İzmir’deki fabrikası 2017 yılında faaliyete geçmiş.
Kısa sürede çok yüksek cirolara ulaşan şirketin neden iç pazarda olmadığı, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in konusu olabilir. Türkiye dünya lideri olduğu tütün üretimini kaçakçıların eline terk etmiş durumda. Türkiye, dünya genelinde 185 bin ton seviyesinde olan oryantal tip tütün üretiminde yüzde 32’lik payla dünya lideri konumunda yer alıyor. İç pazarda sigaraya yapılan her bir kuruş, kaçak sigara ve nargile pazarını büyütüyor. Çelik de kaçakçılığın yaygın olduğu iç pazar yerine, ihracata yöneliyor.
***
Belgeseli izleyince açık kalan bir diğer ucu da kaydetmeliyim. Küresel göç mühendisliği “birlikte yaşamak” arzusunu romantik bir serüven olmaktan çıkarıyor.
Afganistan’dan, Irak’tan, İran’dan, Suriye’den, Rusya’dan, Ukrayna’dan, Filistin’den kaçıp mülteci durumuna düşen milyonlarca insana dam olacak bir dünya yok.
Çelik’in “BİR ARADA yaşamalıyız, yaşanmalı değil; YAŞARIZ!” diye üstüne basa basa söylediği bu cümlenin devamında, “Kimlerle?” sorusuna vereceği yanıtı merak ederim.
O nedenle de bu belgeseli 1925’de bitirmek, “gidenler-gönderilenler-kalanlar-kıyıma uğrayanlar” gerçeğini; sosyo-politik bağlamından koparıyor. Küresel göç hareketlerinin merkezinde yer alan Türkiye’nin 2025 yılına dair bir anlatıya duyulan ihtiyaç karşılanmamış oluyor.
***
İnsanlar ülkesinden, toprağından, komşusundan hatta anasından babasından ayrı diyarlara göç ediyorlarsa… yıkılmış bir ülkeyi ardlarında bırakmayı tercih ediyorlarsa… geldikleri ülkenin refahından çalınıp toplumsal düzeninin bozulmasına yol açıyorlarsa (Ki Türkiye’nin Suriyeli sığınmacılar sorunu bu saptamalarımdan azade değil) bunun sorumlusu halklar değil; savaşlardır!
Ve emperyalistlerin yayılmacı politikalarına güdümlenen, uydusu olan; insanlığı yaralanan, çürüyen, vicdanını yitiren iktidarların şer ittifakı…
Böyle bir dünyada aynı dinden, aynı dilden hatta aynı evden insanlar sevgiyle, huzurla birlikte yaşayabiliyorlar mı?
Diyarbakır’ın Bağlar ilçesine bağlı Tavşantepe Mahallesi’nde 21 Ağustos’ta kaybolan, tüm aramalara rağmen ancak 18 gün sonra köyüne 1.5 km uzaklıkta Eğertutmaz Deresi’nde cansız bedenine ulaşılabilen 8 yaşındaki Narin, vicdanı zincirlerinden boşalmış düzende ailesiyle bile birlikte yaşayamadı!
Ötekisi olmayan kalplere yolculuk yapan belgeselin tanıtımından şu satır başlarını okuyunca insanlık hatırlanır diye umut edelim:
Ayvalık’tan Midilli’ye uzanan bir kurtuluş hikâyesi… 1922 Eylül’ünde, “Önüme çıkan ilk Rum kızını, kardeşim Zehra’yı öldürdükleri gibi öldüreceğim” diyen Üsteğmen Kemalettin, kardeşini arayan Rum kızı Agapi’ye yardım elini uzatır… Hayata bakın ki Kemalettin ve Agapi’yi bir araya getiren bu kardeş, Yunanistan’ın önemli yazarlarından İlias Venezis olacaktır. Ve Agapi’nin oğlu da Yunanistan’da bir dönem Dışişleri Bakanlığı yapacaktır.
“Tehcir” ve “kırım”ın yaşandığı zamanlar… İşte o acı dolu günlerde Kütahya Mutasarrıfı olan şair Faik Ali Ozansoy, tehcir emirlerini uygulamaya karşı gelecek, Kütahyalı Ermenilerin birçoğunu kurtarmayı başaracaktır…
Şirinceli yazar Dido Sotiriyu belki küçük yaşta büyüdüğü topraklardan ayrılıp suyun öteki yakasına geçmiştir ama… Yıllar sonra yazdığı “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” kitabının esin kaynağı, memleketlisi Şirinceli Manoli’den başkası değildir. Manoli de kuruluş ve kurtuluş zamanlarında Sotiriyu gibi Yunanistan’a göç etmek zorunda kalır. En büyük arzusu, ölmeden önce bir kez daha büyüdüğü bağ evini ziyaret etmektir. Peki, bu ziyarette neler yaşanacaktır?
1922 Nisan ayı… Yunan ordusu Söke’yi de işgal etmek üzeredir. Bunu öğrenen Sökeli Rum Doktor Aleko Perikli, yangın ve katliam tehlikesini Müslüman komşularına haber verecek… Ve onları bir meyankökü fabrikasında saklayacaktır. Binlerce nefret neferine karşı o vicdani ve insani seçimini yapacak, etnik kökenini değil, hemşeriliği, komşuluğu, insanlığı tercih edecektir…
5 Eylül-8 Eylül 1922’nin “Hârik-i Hâil”i, yani Büyük Yangını… Bu yangınla tarihinin yüzde 80’ini kaybeder Manisa ama, kentin vicdan hafızasında nefrete, şiddete karşı bir diğerinin elinden tutabilenlerin hatırası da kalır. İşte o günlere tanık olan İlhan Berk, Yusuf Atılgan ve Cemal Tollu, gördüklerini ve yaşadıklarını eserlerine de yansıtacaktır…
Hayattayken bir arada yaşamanın kıymeti bilinmiyordu belki ama, Mersin Asri Mezarlığı’nda her dinden her etnik kökenden insan bir arada yatmanın huzuruna erişebilmişti. Onlar Müslüman, Ermeni, Rum veya Süryani, Hıristiyan ya da Musevi’ydi; aynı toprağa yan yana, karşı karşıya uzanmış, her dilden her dinden duanın ortaklarıydı. Onları bir araya getirense, bir Kuvayı Milliyeci Mersin Belediye Başkanı Mithat Bey olacaktı…
Yıl 1939. Tarihin akışını değiştirecek olan 2. Dünya Savaşı’nın sesi İstanbul’dan bile duyulmaktadır. İşte o İstanbul, o günlerde farklı dilden ve farklı kültürden bir çiftin daha evlenmesine tanık olur. Erkek Azeri Alevi Mehmet Karaca, kadın ise İrma Felekyan yani Toto Karaca’dır. Tiyatro tarihimizin bu iki önemli ismi, müzik tarihimizin unutulmayacak bir ismine, Cem Karaca’ya da hayat verecektir. İşte iki etnik ve dini kimlikle büyüyen Cem Karaca, 6-7 Eylül zamanlarında neler yaşayacaktır…
Yaşar Kemal… Yazıya adanmış, yazıya layık olmuş bir hayatın adı… Son nefesine kadar barışı ve bir arada yaşamayı savunan, hayatı romanlara, romanları hayata aktaran, edebiyatın koca çınarı… Klasikleşen eserlerini, büyüdüğü topraklardan çıkaran Yaşar Kemal’in Hemite’sine bir yolculuk yapacağız…